Modern anlamdan ilk kez hukuk sistemimize “muhami” (himaye eden) unvanıyla giren mesleğin unvanı, 1926 tarihinde çıkarılan yasa ile “avukat” olarak değiştirilmiştir. Yasanın birinci maddesine göre Avukat; “bütün hukukî meselelerde başvuranlara sözlü ve yazılı görüş bildiren, her türlü belgeleri düzenleyen, mahkeme ve hakemler önünde gerçek ve tüzel kişileri vekil sıfatıyla temsil eden ve dava ve savunmayı kendisine meslek seçmiş kişi” olarak tanımlanmıştır. Avukatlık hukuksal olarak Türk hukukuna bu yasayla girmiş olmasına ve bu yönüyle varlığını Cumhuriyete borçlu bir meslek olmasına karşın, Türk yargı sistemi içindeki yeri ve rolü her zaman tartışmalı olmuştur. Türk avukatlık tarihi, avukatın “tanınma” ve “bağımsızlık” çabasıyla geçmiştir.
Yargı sistemi içindeki fonksiyonu ve tarifi gereği her ülkede sık sık devlete “karşı duruş” göstermek zorunda olan ve buna devlet tarafından yetkilendirilmiş hukuksal savunma mesleğinin, ülkemizde bir çok kurum gibi millî savunma hassasiyetleriyle çatışma içinde olduğu düşünülmüştür. Avukatların hukuk karşısındaki tutumu incelendiğinde, bu görüş büyük ölçüde avukatlar tarafından da kabul gördüğünü söyleyebiliriz.
Meslek kuruluşları “savunma” kavramını “hukukî savunma” olarak değil, “millî savunma” olarak algılamışlardır. Meslek kuruluşlarının söylem ve eylemleri, daha da önemlisi söylemedikleri ve yapmadıkları şeyler bir arada değerlendirildiğinde ve objektif olarak incelendiğinde genel durum; yerli malı bir özdeyişe sahip olmayan mesleğimizdeki bu eksikliği gidermek için “Adalet Mülkün Temelidir” sözünü, “Adalet mülkün, savunma adaletin temelidir” olarak değiştirerek mesleğe kutsallık kazandırmaya çalışan meslektaşımızın savunmadan kastettiğinin hukuksal savunma yani avukatlık mesleği olmadığını düşündürtecek bir tablo sergilemektedir. Her mesleğin duruşunu, o mesleğin işlevi tayin eder. Ülkemizde bir avukatın olgunluğu, mesleğin tabiatının gereği olan “karşı duruşu” ile değil; mesleğin mahiyetiyle asla bağdaşmayacak bir duruş olan esas duruşuyla ölçülür olmuştur.